Odamızın Yayın Kurulu, Onursal Başkanımız Hüseyin Avni SAĞESEN vefat etmeden önce kendilerinden bir yazı rica etmiş idi. Hüseyin Bey de 2013 yılında yapmış olduğu bir konuşma metnini göndermiş ve bunu yayınlayabilirsiniz demiş.
Sonuna kadar okumanızı rica ettiğimiz biraz uzunca fakat ülkemizde mesleğimizin geçmişini en iyi anlatan, gerçek bir yaşam hikayesidir.
Fizik de temel kuraldır; “Hiç bir şey yoktan var olmaz diye…” Bugünkü meslek odamızın neden ve nasıl kurulduğu. Hangi mücadeleleri, kimler için verdiği konusunda bu yazıyı okuduktan sonra hepimizin, özellikle de genç meslektaşlarımızın çıkartacağı çok dersler olduğunu umuyoruz.
Bugünü sağlıklı değerlendirebilmek için geçmişi de iyi bilmek durumundayız.
METEOROLOJİ MÜHENDİSLERİ ODASI YÖNETİM KURULU
BAYANLAR BAYLAR, SAYIN KONUKLARIMIZ, MESLEK ONURUMUZ HOCALARIMIZ, SEVGİLİ ESKİ VE YENİ MESAİ ARKADAŞLARIM
HEPİNİZİ SAYGI VE SEVGİYLE SELAMLARIM…

Sözlerime başlamadan önce, bana ve benim gibi mesleğin eskimişlerine, ilkleri olmanın verdiği yalnızlıklarla dolu acılar çekmiş ve şimdilerde pili bitmiş eski tüfeklerine, geçmişte hayal bile etmekte zorlandıkları, böylesi günleri yaşattıkları için başta tertip komitelerine ve bütün emeği geçenlere, saygılarımı ve şükranlarımı sunmak isterim.
Gazi Mustafa Kemal’ in hafızam beni yanıltmıyorsa ‘Bursa Nutku’ ndaki “YAPTIKLARI İŞİN DOĞRULUĞUNA İNANAN İNSANLAR, ÇALIŞMALARININ DENETLENMESİNDEN, KARŞI FİKİRLER ORTAYA ATILMASINDAN VE TERCİHLERİ ÜZERİNDE MÜNAKAŞA YAPMAKTAN ZEVK ALIRLAR” sözlerini aklımızın bir kenarına kaydedelim.

Ordu Lisesi, orta kısım öğrencisi olduğum ellili yılların başında, şimdilerde kasıtlı olarak yok edilen askerlik derslerine, askerlik şube başkanı yakışıklı uzun boylu çakı gibi bir albay geldi.
Her nedense Albayı bütün lise öğrencileri hem sayar hem de ondan uzaktan da olsa çekinirlerdi. Albayın tayininin çıkıp Ordu’ dan gideceğinin arifesinde Lise müdürümüz rahmetli Can bey, Albayın sunacağı söylevi dinlemek üzere, bütün lise öğrencilerini bahçeye toplamıştı.
Kürsüye çıkan Albay, önce öğrencileri uzun uzadıya tarassut etti, bir iki adım ileri gitti, sonra sol eliyle sağ yanağını kaşıdı, bir daha öğrencileri süzdü, boğazını temizledi, sonra ağır ağır ve tane tane, “ÇOCUKLAR, BİLİYORUM VE BİLİYORSUNUZ Kİ BURAYA BİLGİ ALMAYA GELİYORSUNUZ. EĞER İYİ RUHLU İNSANSANIZ BURADAN BİLGİ ALMAYA DEVAM EDİN, YOK KÖTÜ RUHLU İNSANLARDANSANIZ LÜTFEN BURALARI TERK EDİN. ÇÜNKÜ KÖTÜ RUHLU İNSANLARA BİLGİ VERMEK, DAĞDAKİ EŞKİYAYA SİLAH VERMEK GİBİDİR, ALLAHA ISMARLADIK” deyip konuşmasını bitirerek kürsüyü terk ederken daha bolca laf salatası bekleyen biz ve bizim gibiler, donup kalmıştı.
Müdür Can beyin kollarını yanlara açarak başlattığı alkışla uyanan öğrencilerin de alkışa katılımı ile bir çığ gibi büyümüş ortalığı inletmişti. Albayın o sözleri aradan geçen altmış iki yıla rağmen unutulmak bir yana hala kulaklarımda çınlamaktadır.
Umarım konuşmama bu sözlerle başlamamdaki esas nedeni beni dinledikçe sizlere daha iyi anlatabilirim.
Çanakkale’ de kendisine diz çöktüren büyük kurtarıcımız Gazi Mustafa Kemal için “Dünya’ ya yüz yılda bir gelebilen dâhiyi. Tanrı bu yüzyılda Türklere nasip etti” diyen, daha sonra başbakan da olan o kanlı çirkin harbin mimarı Winston Churchill idi.
Ata’ nın eli kanlı düşmana cevap niteliğindeki “Hayati bir neden olmadıkça savaş bir cinayettir” sözünü aklımızın bir köşesinde tutarak, savaşların, insanların hayatlarını kolaylaştıran, teknolojik yenilikler ve gelişmelere de sebep oldukları gerçeğini unutmamamıza rağmen, milyonlarca masum, kadın- erkek yaşlı -çocuk hasta insanın hayatını alan ikinci dünya savaşını sonlandıran Normandiya çıkartmasının muzaffer komutanı Amerikalı general Dwight D. Eisenhower’ in “Bu zafer askerlerimden çok çıkartma için ihtiyacım olan hava şartlarını tam isabetle tahmin eden ve bana sunan Meteorolojistlerindir” . Sözünden sonra dünya gerek askeri ve gerekse sivil hayatının hemen her noktasında kullanmak üzere bilimsel olarak meteorolojiye büyük katkılar verdi.
1950’ li yılların başında ve öncesinde kuzey komşumuzun kısmen rejim yayma çabaları kapsamında da olsa Türkiye’ yi tehdit etmesi karşısında bir çıkış yolu olarak Nato’ ya girmeyi uygun gördü. O günlerin şartlarında Türk Meteoroloji Teşkilatı, kalite olarak da kantite olarak da Nato standartlarının çok çok gerisinde idi.
Teşkilatı oluşturan personelin hemen tamamına yakını ilk veya ortaokul seviyesi bir eğitime sahipti. Pratik zekaları, özverili çabaları güçlerinin çok çok üzerinde sonuçlar almalarını sağlıyor, o şartlarda yapılabileceklerin en iyisini yapıyorlardı. Ancak yeterli olmaları imkansızdı. Onları o günkü meslektaşlarımızı minnet, şükran ve bu dünyadan göçmüş olanları rahmetle anmak isterim. Onlara meslek olarak da ülke olarak da çok şeyler borçlu olduğumuzu asla unutmamalıyız. Onlar mesleğimize hayat veren can sularımızdır.
Teşkilatın tamamında bir elin on parmağı kadar bile üniversite eğitimi görmüş insan yoktu. Teşkilatın başında kır bıyık Şinasi lakaplı Şinasi Baran isminde bir zat oturuyordu. Bu zat çok zeki, işini, mesleğini ve vatanını seven bir kişiliğe sahipti. Lise mezunu idi, üniversite okumamıştı ama ilim ve bilime değer veren birisi idi.
Nato, bugün olduğu gibi herşeye maydanoz değildi. Kendi ortaklarının savunmasından başka derdi yoktu, bunu da iyi yapmayı planlamışlardı.
Yakın geçmişteki Normandiya deneyimi, Nato’ ya yeni girmiş olan Türkiye’ nin de meteoroloji örgütü olarak günün şartlarına uygun birinci sınıf meteorolojistlerle donatılmasını emrediyordu.
Bunun içinde üniversite seviyesinde meteoroloji eğitimi veren kurumlara gereklilik vardı.
Nato’ nun bu isteği doğrultusunda rahmetli başbakan Adnan Menderes’ in talimatı olarak DMİ Genel Müdürüne tez zamanda ulaştırıldığında, başta Şinasi bey olmak üzere teşkilatın ileri gelenlerini bir heyecan kaplamıştı ama bundan hoşnut olmayanların sayısı da az değildi.
Eğitimin kaliteli olması DMİ için çok büyük önem taşıyordu. Eğitime alınacak olanların başarılı ve kaliteli kişilerden oluşmasını temin etmek ise eğitim sonrası mezunlara tanınacak cazip olanaklara bağlıydı.
O nedenle o günlerin gözde mesleği olan mühendislik fakülteleri cazip görünüyordu. Çünkü 400-450 lira maaşla işe başlayan diğer üniversite mezunları yanında mühendisler 45-50 lira yevmiye ile işe alınıyorlardı.
DMİ de konuyla ilgili oluşturulan heyet hem çok heyecanlı hem de en iyi sonucun alınmasında istekli davranmakta kararlı idiler.
Çeşitli üniversitelerle temasa geçildi. İstekli görülen üniversiteleri heyet beğenmedi. DMİ’ nin beğendiklerine ise o üniversiteler yeşil ışık yakmadı. Heyet bazı araştırmalar da yapmıştı. Mezunları cezbedecek meslek titrinin mühendis olmasını istiyordu. O nedenle gözlerini mühendislik fakültelerine dikmişti.
Konu Başbakan Menderes’ e bir şekilde iletildi, yardım istendi. Sonunda kısmen benzeri Fransa’ da olan “Meteoroloji Mühendisliği Bölümü” İTÜ Elektrik Fakültesi’ nin akademik sorumluluğunda, ilk iki yılı Elektrik Fakültesi’ nin akademik sorumluluğunda, ilk iki yılı Elektrik fakültesi öğrencileri ile birlikte mühendislik temel bilgileri bu yeni branş öğrencilerine verilmeye başlandı.
Yıl 1953’ ü gösteriyordu. DMİ ve İTÜ arasında sonunda imzalanan protokole göre;
DMİ her yıl Meteoroloji bölümü öğrencilerinden yirmi kursiyer kabul edecek.
DMİ de yetişmiş, bölümün ihtiyacı kadar, yetenekli kalifiye ve bilgili personel İTÜ emrine okutman olarak gönderilecek, bunların görev süreleri üniversite tarafından belirlenecek, DMİ istediği anda bunları geri çekemeyecek.
DMİ görev alanları içinde kullanılmakta olan harita ve benzeri ihtiyaç ve sarf malzemelerini eğitimde kullanılmak üzere zamanında ve eksiksiz olarak İTÜ’ ye verecek veya gönderecek.
Dünya Meteoroloji Teşkilatının üyesi olan DMİ, İTÜ’ deki eğitimi desteklemek üzere, bu teşkilat üzerindeki nüfusunu kullanarak eğitici eleman temininde yardımlarını esirgemeyecek, gerekli girişimlerde bulunacak,
Eğitim sonrasında, mezunların benzeri mühendislikler gibi istihdam edilmek için gerekli şartlar DMİ tarafından hazırlanacak, olması belli başlı şartlarından idi.
Protokol sonrası eğitimin ilk yılı başında itibaren son iki madde hariç, bütün şartlar hemen hemen yerine getirildi.
Sonuçtan her iki tarafta son derece mutluluk duyuyordu. Öğrenci bursları derhal tahsis edildi. Öncelikli olarak Üniversitenin emrine DMİ’ de de muhtelif kurslarda eğitim veren deneyimli, İskender Tatlısu’ yu ve Kenan SARIOĞLU’ nu (her ikisi de Ziraat Y. Mühendisi) verdi.
Takip eden yıllarda laboratuar çalışmalarında yararlanmak üzere değişik personel takviyesine devam edildi.
Burs tahsisinden sonra, Elektrik Fakültesinden, Muzaffer DALMAZ, Turan AKDENİZ ve Mete TÜRKSOY, Maden Fakültesinden ise Sebahattin YALKIN bursiyer ve yeni bir meslekte ilk olma cazibesi devşirilerek Meteoroloji Mühendisliği Bölümü’ nün ilk öğrencileri olma makamına yükseldiler mi düştüler mi münakaşa götürür oldu.
Protokolün 5. Maddesi DMİ tarafından hiç işletilemedi veya işletilmedi. O kadarla ki benim kişisel çabalarımla bütçe komisyonunda Meteoroloji Mühendisi istihdam için koydurttuğum adlandırılmış yevmiyeli kadro sonradan nasıl oldu ise, mühendis olarak değiştirilerek yan mühendislik dalları arasında paylaştırıldı.
Müteakip yıl bütçe görüşmelerinde ise DMİ ‘ nin çabaları ile yeni kadro ihdası yaptıramadım. Ta ki sınıf arkadaşım Elektrik Y. Mühendisi Prof Dr.Ahmet Rumeli DMİ’ ye Genel Müdür oluncaya kadar Sayın Rumeli Genel Müdür olduktan sonra ilk icraatlarından biri Teşkilata on beş adet yevmiyeli Meteoroloji Mühendisi kadrosu almak oldu.
Rumeli’ nin bu girişimine bağlı olarak DMİ’ ye ilk kez on üç Meteoroloji Mühendisi ataması girmiş oluyordu. Bugünden sonra da DMİ’ ye aynı yıl da bu miktarda Meteoroloji Mühendisi ataması gerçekleştirilemedi.
Yani kısacası protokolün 5. Maddesi ancak 20 yıl sonra yine bir İTÜ’ lü tarafından yerine getirilebilmişti.
İlk bursiyerler ve ilk Meteoroloji Mühendisleri burslarından çok çektiler, başlarına olmadık sıkıntılar açtılar. Başlangıç yıllarından sonraki yıllarda burs alan bahtsızların içinde ben de vardım.
Elektrik Fakültesinin Büro Şefi rahmetli Cevdi Bey, bu bursu almamam için bana çok dil döktü, elinden geleni yaptı, alma git dilen daha iyi yaparsın dedi dinletemedi. Burs paralarını o ödüyordu, ilk burs paramı öderken gözlerindeki yaşları hayatım boyunca unutamam.
Demokrat Parti’ nin önde gelen isimlerinden İzmir Milletvekili ve TBMM Başkan Vekili İlhan Sipahioğlu, İlyas Amcamın damadı idi. Evi Maltepe Akıncılar sokaktaydı. Ellidokuz yılının yaz ayında Ordu’ ya Ankara üzerinden dönerken onlara da uğramıştım.
O akşam yemeğe İlhan beyin anne tarafından akrabası olan kısaca boylu şişmanca bir zatta davetli idi. O akşam onun ömrüm boyunca değilse bile bütün bir gençliğim boyunca meslek onuru kavgasını vereceğim kişi olacağını nereden bilebilirdim.
İlhan eniştem onu bana senin meslektaşın Türkiye’ nin ilk ve tek Meteoroloji Doçenti “Ümran Emin ÇÖLAŞAN” diye tanıştırmış, ben de bütün samimiyetimle çok çok mutlu olduğumu bildirerek elini dostça sıkmıştım.
İlhan beyin evinde o akşamki konuşmanın hemen tamamı DMİ olmuştu. Ümran bey bütün bir gece boyunca bana “bak ben doçent olduğum halde o teşkilat bana hayır getirmedi, ayrılmak zorunda bırakıldım, o teşkilatta mekteplilere yer yok.
Sakın ola ki bu dalda tahsiline devam etme, hele sakın ola ki bursa falan hiç bulaşma.” Telkinlerinde bulunurken benim burs parası ile Ankara’ ya geldiğimi bilmiyordu.
O kişi ile Meslek onuru kavgası dışında kişisel hiçbir kavgaya ben sebep olmadım dersem asla yalan olmaz. Ama ölümünden sonra bile ondan az çekmedim. Allah rahmet eylesin.
27 Mayıs harekatıyla DP döneminin bütün yönetici bürokratları ile birlikte DMİ Genel Müdürü’ nüde görevden aldılar.
DMİ’ nin yeni Genel Müdürü tabii ki, Türkiye’ nin bu konuda medarı iftiharı olan Sayın Çölaşan’ dı.
Bu atamaya ailesinden sonra en çok sevinen her halde ben olmalıydım. DMİ artık bilimin ışığıyla aydınlanmaya başlıyordu.
Ama işler öyle gelişmedi, sevincimin kursağımda kalmakta olduğunu çok geçmeden anlamaya, özümsemeye başlıyordum.
Yeni Genel Müdürün ilk icraatlarından biri İTÜ’ ye ayrılan bursları keserek ilgisiz fakültelere tahsis etmek oldu.
Peşinden aslen DMİ Personeli olup Protokol gereği İTÜ’ de görevli meslek dersleri okutmanları, Kenan Sarıoğlu ve İskender Tatlısu DMİ’ deki görevlerinin başına çağrıldılar.
Geri çağrılmalarının zamanlaması iyi planlanmıştı. Müdahalelerden uzak tutulması için Üniversitenin tatil olduğu aya denk getirilmişti.
Peşinden DMİ’ nin her yıl protokol gereği Üniversiteye verdiği veya gönderdiği haritalar ve benzeri enstrümanların gönderilemeyeceği haberleri yayılmaya başladı.
DMİ personelinin geri çağrılmasına Üniversitenin cevabı bu iki kişinin okutman olarak istihdam edildiğinin ilanı şeklinde oldu.
Yeni kurulan bir eğitim kurumunun, eğitici, öğretici eleman açığını olması pek doğaldı.
Bölümün öğretime başlamasından sonra bu açığın giderilmesi uzun zaman aldı.
On yıllara dağınık bir dönem içinde WMO’ nun katkıları ve İTÜ’ nün çabaları ile bölümde Japon asıllı Swaboda, Fransız asıllı Paul Queney ve Alman Fortaq gibi kıymetli hocalar dersler verdiler.
İlk On yıllarda, Muzaffer Dalmaz, Mehmet Köksal ve Melih Erkmen gibi Türk hocalarımızda yetişti.
İnşaat Fakültesinden rahmetli Prof. Dr. Nurettin Taner hocamızın bütün mesaisini bölüme ve bölüm öğrencilerine usanmadan canla başla verdiği Hidrolik ve Hidroloji dersleri o günkü mezunlara can suyu olduğunu şükran duyguları ile aktarmam vicdan borcumdur.
Ondan sonra da bu günkü yüz aklarımız oldukça ağır şartlarla eğitim ve öğretim nöbetini devraldılar.
Saygıdeğer dinleyenlerim,
İlk Meteoroloji Mühendisleri olarak 1960 öncesi (yani sayın Çölaşan’ dan önce) mezun olduklarında, elbette ki kendi asıl mesleklerini icra edecekleri ve burs aldıkları DMİ’ ye baş vurdular.
Her üç meteoroloji mühendisi de size uygun kadromuz yoktur veya ona benzer bir cevapla baştan savurulurken mecburi hizmet yükümlülüklerinden de yasal olarak kurtuluyorlardı.
Bunlardan Muzaffer Dalmaz’ ın burstan doğan hizmet zorunluluğunu İTÜ devraldı. Doktorasını Fransa’ da tamamlayarak Türkiye’ nin Meteoroloji Mühendisi ünvanlı ilk Meteoroloji Profesörü oldu, tarihteki yerini aldı.
Mete Türksoy EİEİ de hidroloji – hidrometri şubesinde çalışmaya başladı.
Turan Akdeniz önceden çalışmakta olduğu PTT’ deki görevine geri döndü. Sonradan Elektrik Fakültesindeki fark dersleri vererek Elektrik Yüksek Mühendisi ünvanıyla PTT’ den emekli oluncaya kadar çalıştı.
Bu arada Turan Akdeniz’ in DMİ’ ye başvuruşunu takip eden dakikalardaki anısını anlatmadan geçemeyeceğim. Turan arkadaşımız Personel Müdürü’nden ret cevabını aldıktan sonra ihtiyacını gidermek için tuvaletteki bir kabine girip normal olarak kapısını kapatıyor. Peşinden tuvalete iki kişi daha giriyor, o iki kişiden biri ret cevabını veren Personel Müdürüne “Müdür bey mektepliler gelmiş ne yapacaksın” diye soruyor. Müdür cevaben “ben öylesi mektepliyi çok gördüm, ne yapacaktım yani, kuyruğunu bağlayıp gönderdim gitti” der.
Bu olay 60 öncesine aitti, peki 60 sonrasında ne değişti ki, hiçbir şey….
Ümran beyin İTÜ’ ye savaş açtığı yıllarda ben PTT de memurdum. Yani hem memur hem de İTÜ öğrenci idim.
Çalıştığım servis vardiyalı olduğu için derslerimin bir kısmına girme imkanım oluyordu. Amirlerim de iyi insanlardı, bazı aksaklıklarıma göz yumuyorlardı.
Bunlardan da cesaret alarak o yıl sınıf arkadaşım Oğuz Özen’ in başkanlığını bırakacağı Elektrik Fakültesi Talebe Cemiyeti başkanlığına adaylığımı, kimseye sormadan danışmadan ilan ediverdim.
Bunu duyan Meteoroloji, Bölümü Öğretim Üyeleri, okutmanları ve öğrencileri, benden daha büyük bir iştiyakla işi benimseyip, her türlü yardıma hazır olduklarını bildirdiler.
Hele rahmetli Kenan beyi görmek gerekti. Beni Ümran beyin hakkından gelecek tek cengaver şövalye olarak görüyordu. Bölümün kapıcısından bölüm başkanına kadar bana verdikleri desteği doğrusu anlamakta güçlük çekiyordum.
Seçimi oldukça güç de olsa kazandım. Kazanmamam için aslında bir yığın neden vardı. Bir defa ben Meteoroloji öğrencisiydim, Fakültem elektrikti ama altı yüz kişide yirmi kişiyi bile temsil etmiyordum. Kelimenin tam anlamıyla kuş taşa çarpmıştı.
Ankara Akıncılar sokaktaki konuşmalarımızla bugünkü davranışlarını yan yana koyduğumda, yeni Genel Müdür tarafından aldatıldığım hissine kapılmıştım.
Başkanlık kararını bana verdiren de bu duyguydu. Kafamın içindeki hedefin Genel Müdür olduğunu, bölümdekiler dahil hemen kimse bilmiyordu, ama belki hissediyorlardı.
Öncelikle Elektrikçilerin problemleriyle çok yakından ilgilenmem gerektiğinin bilinciyle işe tüm ders notlarının teksirlerini tamamlamakla o güne dek yapılamayan bu işlemin, bu kadar kısa zamanda yapılabildiğini gösterdim.
O güne kadar yapılmamış veya yıllardan beri el atılmamış konulara girdim ve de başarıyla çıktım. Bununla hem öğrenci tabanımın desteğini almak, hem de verilen görevin gereğini yerine getirirken kafamın içindeki hedefe yöneldiğimde ayak bağı olabilecek sesleri peşinen susturmaktı.
Muhterem dinleyenlerim,
O günlerin ne iletişim olanakları ve ne de yazım kolaylıkları bu günün şartları ile kıyaslanamayacak kadar kısıtlı idi.
Yaşamımı sürdürebilmek için işe gitmek zorundaydım, artan zamanımı da artık derslerde değil, talebe cemiyetinin işlerinde harcamaktan başka çıkış yolum yoktu.
Bir koltukta iki değil üç karpuz taşıyordum. Önce Milletvekillerini bilinçlendirmek gereğini düşünerek; öncelikle meteorolojinin tarihçesini, sonra sağlıkta, askerlikte, tarımda, günlük hayatta ve turizm de sonuç olarak bütün yaşamdaki yerlerinden önemlerinden dünyadan örnekler vererek anlatan yazılar yazarak onları teksir makinalarında çoğaltarak, bütün milletvekillerine gönderiyordum.
Günün ekstrem gelişen meteorolojik olaylarının yorumlarını yaparak yine meclis üyelerine gönderiyordum.
Bunların bazılarından, (AP’ den İhsan Ataöv, CHP’ den Reşit Ülker gibi) övgü dolu cevaplarda almaya başlayınca daha da coşkuyla hızlandım.
83 seçimlerinde meclise girip de tanıştığım o dönemlerin milletvekillerinden bazıları “yıllarca bildirilerinde yazılarınla bizi sürekli rahatsız ederken bize birazda meteoroloji öğreten adam sen miydin” diye sormuşlardı.
Türk Meteoroloji örgütünün o gün içinde olduğu durumu ve de sebeplerini şişire şişire anlatan yazılarım devam etti. Bunun sonucu sorular, tenkitler ile gözler ve dikkatlerin bir kısmı DMİ üzerinde yoğunlaşmaya başladı.
O yıla kadar düzenlenemeyen Fakültenin Teknik gezilerinde de elektronik cihazları tetkik etme ve görme bahanesiyle DMİ’ yi her ikisinde de ziyaret ettik.
Bu gezilerde bizzat Ümran Beyin zayıf akım (yani elektronik) bölümünde okuyan arkadaşlarımın önceden hazırladıkları sorularla nasıl bunaldığını görünce üzülmediğimi söyleyemem.
İçerde ve dışarı da büyük bir küskünler ordusu oluşmuştu amma genel müdüre bir şey olmuyordu. Genel Müdür hakkında aslı olan olmayan bir yığın bilgi akıyor ben de onları gerekli gördüğüm mercilere insafsızca abartarak aktarıyordum.
Bu arada DMİ’ den ayrılan Nahit Katlan, METEOR isminde aylık dergiyi çıkartmaya devam ediyordu. Muhalefet cephesini temsil eden dergi, çok uzun ömürlü olamadı ama yazdıkları ile oldukça ses getiriyordu.
O günkü DMİ’ nin hakikaten has elemanlarından rahmetli Atalay Özkarahan, teşkilattan ayrılmak zorunda bırakılarak emekliliğini isteyip ayrıldıktan sonra HİDROMETEOROLOJİ adında aylık bir dergi yayınlamaya başladı.
Dergi daha çok adıyla bağlantılı teknik ağırlıklı idi, ama Ümran beye de yergili geniş yer vermek ana amacıydı.
Bir ara genel yayın yönetmenliğini yaptığım dergi, konusunda benim bildiğim en uzun ömürlü olanıdır. Derginin hemen her sayısında Ümran beyi zemmeden çok ağır ifadeler taşıyan en az bir iki yazı mutlaka olurdu.
İTÜ Talebe Birliği Başkanlığım döneminde de genel müdürle olan kavgalarım cemiyet başkanlığı döneminden daha da çok şiddetlenerek devam etti.
O kadarla ki, oluşan bütün meteorolojik nedenli felaketin tek sorumlusu olarak Ümran beyi işaret ediyordum. Bu tespit veya iddialar ise, basında da geniş yer buluyordu.
Onu hem bilimsel ve teknik olarak hem de siyaseten vurmaktan hiçbir şekilde geri durmuyordum, ama adam dimdik ayaktaydı, devrilmiyordu.
Birlik başkanlığım döneminde yaptırdığım bir araştırmaya göre bir tıp doktorunun devlete maliyetinin 450 bin lira olduğu o dönemde bir meteoroloji mühendisinin maliyeti 850 bin liraydı.
Devlete maliyeti bu kadar yüksek olan Meteoroloji Mühendislerinden, DMİ’ ye başvurup iş talebinde bulunanlardan bir veya iki kişiye iş verilmiştir.
Yeni mezunlara devamlı bizim esas yerimizin DMİ olduğunu ve mutlaka iş talebinin öncelikli olarak oraya yapılmasını özellikle teşvik ediyordum.
Başvuruların tamamına yakını türlü sebepler gösterilerek geri çevriliyordu.
Genel olarak askerlik yapmadıkları öne sürülerek iş talepleri reddediliyordu. Evin Kısakürek ve Güher Arlıhan isimlerinde ki kız arkadaşlarımıza verilen ret yazılarında da “ASKERLİĞİNİZİ YAPMADIĞINIZDAN ATAMANIZ YAPILAMAMIŞTIR” yazıyordu.
DMİ’ ye metazori alınanlar ise taşra teşkilatlarında bir nevi rasat memuru gibi kullanılarak aşağılanıyordu. Veyahut merkezde eğitim düzeyleri düşük kişilerin verdiği basit kurslara alınarak geçerli not verilmeyerek onurları rencide ediliyordu.
Sayın ve sevgili dinleyenlerim,
Uzun konuşmaların dinleyenleri sıktığını bilirim amma o kadar çok iletmek istediğim yaşanmış gerçek var ki ayıklamakta cidden sıkıntı çekiyorum.
Aslında elimde yazılı güncelerde yok. Bu anlattıklarımın çok az miktarını bile yazılı kayıtlarda bulmak imkansızdır.
Bunların bazıları odamızın arşivinde saklı idi. Yanlış hatırlamıyorsam Tanrı selamet versin Hüseyin Güripek dönemindeki genel temizlik atıklarına dahil edilerek elden çıkartıldığını duydum, doğru yanlış bilemem kendisine sormadım.
Bir çoğumuzun bildiği gibi o günlerde mühendislerin mesleki faaliyette bulunması, kendine en yakın bir mühendis odasına kaydıyla mümkündü.
Uygulanıyor veya uygulanmıyordu o başka bir şey ama yasalar böyle söylüyordu. Ben Üniversiteyi iki yılı askerde olmak üzere on iki yılda bitirebildim.
Benim devre arkadaşların 1962 de mezun oldular. Ben ise askerlik dönüşü 1969 da mezun olabildim.
EİEİ’ ye girerken oda kayıt sureti istediler, getiririm dedim inandılar. Bana göre benim mesleğimin veya en yakınında da olsa bir odası yoktu, başka bir odaya sığıntı gibi kaydolmak ise bana zül veriyordu.
Benden öncekiler gibi Elektrik Mühendisleri Odasına da kayıt yaptırmayıp, kendi odamı kurmanın şartlarını araştırıyordum.
Derken Kimya Mühendisleri Odasıyla birlikte hareket eden bir iki odanın mevcut yönetime karşı olduğunu ve genel kurulda taraftar aradığını öğrendim.
O grupla temasa geçerek, Meteoroloji Mühendisleri odasını kurmayı düşündüğümü destek verirlerse kendilerine destek vereceğimi bildirdim.
Oda organlarının ayrı kişilerden oluşması için yaklaşık yirmi üyeye ihtiyaç vardı. Biz Ankara’ da toplam dokuz kişiydik. Bu dokuz kişilik serden geçti ordumuzla 1970 yılı TMMOB Genel Kuruluna büyük bir çıkartma yaptık.
Genel Kurulda lehimize iyi bir hava esiyordu. Talebe Birliği Başkanlığı ve Cemiyet Başkanlıklarından gelen ismimde yelkenlerimizi şişiriyordu.
Kaç kişi olduğumuzu soranlara sanki otuzmuş gibi ağzımda yuvarlayarak dokuzla otuz arası bir ses çıkararak cevap veriyordum. Dinleyenler onun dokuz olamayacağını düşünerek otuz olarak yutuyor, ben de renk vermiyordum, ama yalanda söylememiş oluyordum.
Bu arada kurulmamış bir odanın onanmamış delegesi olarak kendimi Genel Kurul Başkanlık Divanına seçtirdim. Amacım bana kuruluş için söz verenlerden birinin sözünde durmaması durumunda Genel Kurul’ un iptalini istemeye zemin oluşturmaktı.
Genel Müdür Ümran bey Odanın kuruluş çalışmalarını duyunca Genel Müdürlükte ne kadar Ziraat Mühendisi varsa (toplamı zaten üç kişiden ibaretti) odanın kurulmaması için her türlü imkanı kullanmalarını emretmiş, oda kurulursa sakın Genel Müdürlüğe uğramayın diye de eklemişti.
Ayrıca Ziraat Mühendisleri Odasına da ricasını iletmekte gecikmemişti. Kuruluşa karşı oluşturulan mühendisler heyetinin başına ise Rizeli hemşerim Ziraat Y. Mühendisi rahmetli Şinasi Çelenk’ getirmişti.
Şinasi bana Odayı kurabileceğim konusunda bilgi ve destek veren ilk kişilerden birisi idi, ama açık vermemeye de dikkat ediyordu. Oylamalar sonunda TMMOB’ ne bağlı Meteoroloji Mühendisliği Odası kurulmuş oldu.
Ben çok sigara içen birisi idim, o gün içtiğim sigara paketi sayısını sekiz olarak hatırlıyorum ama belki daha çok olabilirdi de daha az olduğunu düşünmüyorum.
Odamızın ilk başkanı olarak Mete Türksoy ,Sebahattin Yalkın’ı önerdi, arkadaşlar da kabul etti. Kısa bir müddet sonra Sebahattin’ in bıraktığı oda başkanlığını ben üstlendim.
Hüseyin Güripek’ in evi odanın resmi adresi olarak görünüyordu. EİEİ’ sinde Hidroloji bir dolabın sağ bölmesi yani yarısı bütün resmi evrakımızı barındırmaya veya saklamaya yetiyordu.
Odamızın kuruluş aşamasında EİEİ yönetiminin yardımlarını hiç birimizin unutmaması gerekir diye düşünürüm.
Odanın kuruluşu ile yasal zemindeki mücadelemiz, kısa bir duraklama sonrası, daha bir hız kazandı. Kuruluşu takip eden birkaç ay sonunda, kendi çapını çok aşan ve bir hafta süren “Meteoroloji Mühendisleri Odası Birinci Seri Konferansları” adıyla dünyada birinci sınıf meteorolojist eğitimi, meteorolojimizin dünü, bugünü, yarını ve sonra EİEİ’ nin maddi manevi yardımları ile kitap haline getirilerek yayınlandı.
Doğal olarak konferans konularının seçiminde “hiçbir art niyet yoktu” . Takip eden Oda genel kurullarımızda söylediklerimiz basında geniş yankılar buluyor, basında odaya duyulan bu ilgi ise bazılarını çokça düşündürüyordu.
Ecevit Başkanlığı’ ndaki CHP’ nin, Erbakan Başkanlığındaki MSP ile yaptığı koalisyon hükümetinde, DMİ’ nin bağlı olduğu Tarım Bakanı, Korkut Özal’dı.
Korkut bey leb demeden leblebiyi anlayan, çok zeki, çok konuşturan bir kişiliğe sahipti. Korkut bey Bakan olunca kendisinden randevu istedik, derhal bizi kabul etti.
Kendisine her zaman elimizin altında olan ve zemine göre üzerinde ufak tefek değişikliklerle güncelleştirdiğimiz dosyamızı verirken, bizi fazla konuşturmadan konuyu bildiğini ve Allah’ ın izniyle çok yakında çözeceğini ekledi.
Bir iki gün sonra kendi makam odasının yanında hazırlattığı bir odayı bu işlerde beraber çalışmayı teminen bana tahsis ettiğini iletti.
Tabi ki benim derdim başka, onun derdi başka idi. Ben ayaklar altına alınan meslek onurumuzu kurtarmanın çabasında idim, o ise kadrolaşmanın derdiyle bir noktada birleşiyor ve anlaşıyorduk.
Rahmetli Mustafa Ekmekçi’ nin Yön dergisindeki “Seyrederken” başlığını taşıyan yazısının aşağı yukarı o günlere denk gelmesi herhalde bir rastlantıdan ibaretti, yoksa kimse kulağına bir şey fısıldamamıştı.
Sonunda her zaman olduğu gibi geçerli veya geçersiz gerekçeler oluşturuldu. Ümran bey görevden alındı. Biz ve DMİ’ nin muhalefet cephesi bayram yapıyorduk.
Bu bayram uzun sürmedi. Ümran bey Danıştay kararıyla yeniden göreve iade edildi ise de artık süngüsü düşmüştü, ikinci kez görevden alınınca pes etti. Ümran bey gitmesine gitmişti ama beni de kanser etmeyi başarmıştı, onu da Tanrı bilir.
Şimdi düşünüyorum da konu aslında Ümran bey değildi. Problem sistemin bozukluğunda yatmaktadır.
Türkiye bürokrasisinin büyük çoğunluğu, yıllardan beri siyasiler tarafından özellikle seçilmiş liyakatsiz yöneticilerce yönetilmekte, bunun bedelini de millet hukuksuz ve kalitesiz hizmet alımıyla daha doğru dürüst hizmet alamamakla ödemektedir.
Bugünkü iktidar da, geçmiş iktidarlardan devraldığı bu sistemi düzeltme yolunda yeni adımlar atmayı planlar gibi görünmemektedir.
DMİ gibi teknik bir Genel Müdürlüğün başında, Hindologlar, Sümerologlar, Gazeteciler vesaireler… Beden Terbiyesi’ nin başında Meteoroloji Mühendisi Olacak iş midir bu?
Biz boş yere bir isimle kavga etmişiz, kavga edilmesi gereken sistem olmalıydı. Türkiye’ de kendi içinde tutarlı emin adımlarla görevini yerine getiren tek kurum bütün yanlışlarına rağmen ordudur.
Siz neden sivil Prof. Dr Falancanın, genel kurmay başkanı, ordu komutanı hatta manga komutanı bile olmasını kabullenmez şaşırır inanamazsınız isyan edersiniz de, Meteoroloji’ nin başına Hindolog, Sümerolog ve Beden Terbiyesinin başına ise meteoroloji mühendisinin getirilmesi kabullenir şaşırmaz inanabilir de isyan etmezsiniz.
Sorun aslında burada yatmaktadır. Ümran bey görevden alındıktan sonra benim bulunamadığım odamız genel kurullarından birine gelerek bence bizlerden bir nevi özür dileme nezaketini göstermiştir.
Doğru da yapmıştır. Bu davranışından dolayı onu kutlamak isterdim, olmadı, sonradan kendisiyle hiç karşılaşamadım.
Bence Öğretim ve eğitim kadrolarının tam oluşturulamadığı dönemlerde eğer eğitim ve ders programlarındaki noksanlıkları dillendirebilseydi, hem mesleğe hizmet etmiş olur, hem de daha tutarlı görünebilirdi. Her nedense bunu yapmadı veya yapamadı.
Yeni Genel Müdür artık, Elektrik Fakültesinden ilk iki yılı birlikte okuyup iyi ilişkilerimizin devam ettiği devre arkadaşım Prof. Dr. Ahmet Rumeli idi.
Bundan böyle DMİ’ ye girmemizin, oralarda boy göstermemizin yolu şu veya bu şekilde açılıyordu. Rumeli bize karşı görevini hakkıyla yapmıştı sıra şimdi bizde idi, onun yüzünü kara çıkartmamamız gerekiyordu.
Daha doğrusu bütün yükümlülük DMİ’ ye alınan bu 13 meteoroloji mühendisinde idi. Onların bir kısmı ciddi ve başarılı işlere imza attılar ama o kısımdakiler yalnızdılar, başarıları sınırlıydı, diğer bir bölümü ise laf öğütüp dedikodu yaparak Ümran beyi haklı çıkartma yolunda ona yardımcı oldular.
İlk olmanın sorumluluğunu taşımakta çok zorlandılar.
Her ayıbı başkasında aramak ayrı bir ayıptır. Başarılarımızı da yanlışlarımızı da ayıplarımızı da hakaret etmeden, meslek taassubuna kapılmadan, konuşmak, tartışmak öz eleştirilerimizi yapmak zorundayız. Mesleki başarılarımızın sırrı ise burada saklıdır diye düşünürüm.
Ben hasta olup tedavimi yaptırdıktan bir yıl kadar sonra Ulaştırma Bakanlığı’na daire başkanı olarak atanmam bir meslektaşımın “amir olamaz” sicili vermesi nedeniyle yedi ay gecikmeli olarak gerçekleşebilmişti.
Cumhurbaşkanımız, Sayın Gül’ ün Refah Partisi Grup Başkan Vekili olduğu, doksanlı yılların ortalarında, DMİ bütçesi görüşülmeden önce kendilerine verdiğimiz raporu iyi değerlendirmiş olmalılar ki parti sözcüsü çok önemli konulara vurgular yapmıştı.
Bu siyasal güç daha yönetime ortak olduklarında veya yönetime geldiklerinde meteoroloji mühendislerinin mağduriyetlerine olan duyarlılıklarını tabi ki kendi siyasal görüşleri içinde değerlendirmişlerdir.
Bunun sonucu olarak meteoroloji mühendisi Mehmet, ilk meteoroloji mühendisi ünvanlı DMİ Genel Müdürlük koltuğuna oturdu.
Odamız ve meslektaşlarımız ile çok iyi ilişkiler içinde olan arkadaşımızın çok yakınında olan meslektaşlarımızla aynı iyi ilişkiyi kurmakta zorlanmış, Sonra da kendi hatası yüzünden hoş olmayan bir şekilde görevinden alınarak bizim için çok önemli olan bir makam maalesef bir hiç uğruna heba edilmiştir.
Sevgili dostlar,
Anlatacağım çok şey vardı, bana verilen zaman herhalde bitti bile. İzninizle bir şeyi daha eklemek istiyorum. Bir kısmınız belki de biliyorsunuz, 17. Dönem de TBMM’ ne Ordu milletvekili olarak girdim. Mecliste olduğum dönem içindeki bütün DMİ bütçe görüşmelerinde SHP gurubu adına bütün konuşmaları ben yaptım.
Bunların hiçbirisinde ne Ümran beyin kendisine ne de dönemine tek kelime sarf etmedim. Kürsüde söylediğim hiçbir şeyden sorumlu tutulmamak gibi dokunulmazlığım olmasına karşın Ümran beyin gidişiyle kavga bitmişti.
Benim için Ümran bey artık İzmir’ in Ödemiş’ inden gelip Ankara’ da yaşayan bir T.C. vatandaşı idi. Ama iş öyle olmadı birçoğunuz bilirsiniz Ümran beyin oğlu Emin Çölaşan Hürriyet gazetesinde benim de okuduğum köşe yazarlarından birisiydi.
Yine bildiğiniz gibi o zamanki Akit şimdiki Vakit gazetesi ile devamlı gazete sayfalarından kavga ediyorlardı. Bir gün bir gazeteci isim vermeden büroma telefon ederek benimle görüşmek üzere randevu istedi.
Onları Maltepe’ deki büroma davet ettim. Birinin elinde bir teyp ve not defteri, diğerinin elinde fotoğraf makinesi iki kişi geldiler. Hal hatırdan sonra gazetelerinin ismini sordum, söylemediler.
Öyleyse buyurun konuşma bitti, gidebilirsiniz dedim. Peki söyleyelim Vakit dediler. Benim Vakit gazetesiyle işim olmaz dedim. Sizinle ilgili değil Oda Başkanlığınızla ilgili dediler.
Uzatmayayım sonunda esas soruyu sordular. Eski DMİ Genel Müdürü Çölaşan’ ın DMİ’ deki iki Atatürk Odasından birini kapattırıp kendi odasına kattırdığının doğruluğunu ve Mustafa Ekmekçi’ nin yazısındaki bazı kritik şeyleri de sorularına eklediler.
Kendilerine “ben Ümran Beyle kavga etmedim, DMİ Genel Müdürü Ümran Beyle 14 yıl kavga ettim. O Genel Müdürlükten gitti benim kavgam bitti., bir ikincisi ölmüş bir adamın arkasından dedikodu yapmak size yakışıyor mu” dedim.
Bu arada resimci flaşları patlatıyordu, mani olamadım. Gittiler. Birkaç gün sonra Vakit gazetesinde boy boy resimlerim ve 8 sütun üzerine bir manşet üstte küçük puntolarla “SHP eski milletvekili Hüseyin Avni SAĞESEN dedi ki altta büyük puntolarla “Çölaşan sahte Atatürkçü” diye yazıyordu.
Buyurun buradan yakın. Gerçi yazının içinde bunu benim söylemediğim ölmüş biri aleyhinde konuşmayacağım da yazılıydı ama manşet böyle gel de görene okuyana anlat.
Çok da haklı olmasa bile bu manşet oğul Çölaşan’ı çıldırtıp hakkımda hem ceza hem de tazminat davası açıverdi.
Vakit gazetesiyle ben yan yana bir mahkemede. Haber gönderdim beni bu adamlarla yan yana dikme davandan vazgeçme ayrı bir dava aç diye, ona soracağım cevabı geldi, davayı inatla ayırmadı.
Gerçi ben ondan evvel Akit gazetesine dava açmıştım ama kim dinler. Nahit Katlan gibi birçok DMİ eski çalışanlarından konuyu bilenlere bildiklerini (ki birisi benimle aynı dönemde milletvekiliydi) mahkeme de şahit olarak sadece doğru bildiklerini söylemelerini istedim, “ Aman ne olursun bizi bunlara bulaştırma” cevabını alınca şoke oldum.
Ankara’ daki meslektaşlarım dava boyunca beni yalnız bırakmadılar, tam üç yıl süren duruşmalar sonunda beraat ettim, amma Akit ile yan yana üç yıl.

Akit benim açtığım tazminat davasını kaybetti. Kısacası ölüsü de dirisi de canımı yaktı durdu Çölaşanların. Şimdi başlangıçta söylediklerimi tekrar hatırlar mısınız lütfen.
İzninizle bir şey daha eklemek istiyorum. Biz ilkler çok kısıtlı şartlarda her zemin ve şartta meslek onurumuzu elimizden geldiğince korumaya çalıştık, odamızı kurduk bir şeyler yaptık diyemiyorum, yapmaya uğraştık diyebiliyorum.
Odaya kayıt konusunda DMİ’ de çalışan bir arkadaşımıza gönderdiğim yazıya o arkadaşımın tuvalet kağıdına evet yanlış duymadınız birilerinin emriyle olsa gerek tuvalet kağıdına yazdığı “hayır odanızı tanımıyorum o nedenle üye de olmuyorum” cevabı herhalde geçirilen acı günleri daha iyi anlatır diye düşünüyorum.
Kavgasız emeksiz kazanılan hiçbir şeyin kıymeti olmaz onun için biz eskiler için odamızın kuruluşu çok önemli idi.
Bizim emeğimizdi. Ancak odamızın bugünkü güçlü hale gelmesinde emeği geçen tüm oda yönetim kurullarına, başkanlarına, Oda Başkanı olması nedeniyle nezarethanelerde çile çeken Seyfettin Aydın’a ve İsmail Küçük kardeşime özverili katkılarından dolayı içten teşekkürlerimi sunuyorum.
Babaannem rahmetli Zekiye hanımın “Oğlum testideki peynirine eklemez sürekli tüketirsen bir an gelir testi boşalır” derdi.
Testimiz bana göre en azından boş değildir. Mevcutla yetinir bir şeyler eklemeden tüketirsek, bir anda her şeyin bittiğini fark ettiğimizde iş işten geçmiş olur.
Sabrınızı çok zorladığım için bağışlamanızı dilerim.
En içten saygı ve sevgilerimle…
Hüseyin Avni SAĞESEN 26.04.2013
Mekanın cennet olsun. Olmamız gereken yerlerde olamadık. Yaşadıklarım gözümde canlandı. Ne hayallerle başlamıştık… Mesleğimizin hak ettiği yerlerde olmasını dilerim. Saygılarımla…